Geçmişten günümüze anlam arayışı, birçok düşünürün kafasını kurcalayan, geceleri uykusunu kaçıran ve gündüzleri rüya görmesine sebep olan bir kavram olarak karşımıza çıkar. Konu hakkında sayısız söz söylenmiş, kitaplar ve makaleler yazılmıştır. Bu kadar derinlemesine irdelenen ve üzerine düşünülen bir konu olmasına karşın, hala fikir birliğine varılamadığını ve varılmasının da pek olası görünmediğini söyleyebileceğimizi düşünüyorum.
Hayattan söz ederken doğal olarak onun uzunluğundan da söz ederiz fakat uzunluk oldukça insana özgü bir bakış açısının ürünüdür. Bundan kastım insan gibi düşünmek, insan gibi yorumlamaktır. Edebiyat, sanat ve sinema dünyasında pek çok isim, zaman ve hayat kavramlarını insanın algısı üzerinden yorumlar. Örneğin, Marcel Proust “Kayıp Zamanın İzinde” adlı eserinde, tek bir koku veya tat anının bile yıllara yayılmış hatıraları canlandırabileceğini söyler. Andrei Tarkovski ise sinemayı, “zamanı heykel gibi yontma sanatı” olarak tanımlar; bir sahnede akan iki dakika, izleyicinin ruh hâline ve kendi içsel zamanına bağlı olarak bambaşka bir deneyime dönüşebilir. Salvador Dalí’nin eriyip akan saat figürleri de zamanın mutlak değil, algılayana göre şekil değiştiren bir kavram olduğunu vurgular. Bu perspektifler, hayatı “uzun” veya “kısa” diye tanımlamanın insana özgü bir yaklaşım olduğunu hatırlatır. Henüz hayat yolculuğunun başında olan on yaşındaki bir çocuk için “ömür”, sonsuzluk kadar uzak görünür; oysa doksan yıllık bir ömrün eşiğindeki insan için, geriye kalan zaman neredeyse tek bir nefese sığacak kadar kısalmıştır. Dolayısıyla rakamlar tek başına yeterli olmaz burada kavramamız gereken şey sayılar değil kim için yorum yaptığımızdır. Nitekim Einstein’a atfedilen o ünlü söz bunu açıklar; “Sevdiğimizin yanındaki iki dakika, bir sobanın üzerinde geçirilen iki dakikadan bütünüyle farklıdır”. Aynı bakış açısı, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde de dile gelir; “Her insanın içinde, zamanı kendince ayarlayan bir saat işler.” Buna göre anları “kısa” ya da “uzun” kılan, çoğunlukla dış koşullardan ziyade insanın kendi iç dünyası ve duygularıdır.
İşte bu algıladığımız zamanlar müteselsilen bir araya gelerek hayatı oluşturur. Hayat ise beraberinde nasıl yaşanacağı mefhumunu getirir. Çoğu şeyde olduğu gibi, elimizdeki her düşünceyi yalnızca tek bir açıdan değerlendirmemeli, onun farklı boyutlarını da göz önünde bulundurmalıyız; çünkü her olay kendi bağlamında ve koşullarında, çok yönlü bir bakış açısıyla ele alındığında anlam kazanır ve doğru bir şekilde yorumlanabilir. İşte hayatı ve zamanı kavrayışımız da bu yüzden nesnel değil özneldir. Hayat penceresinden baktığımızda anlam dediğimiz şey gerçekten var mıdır, varsa kovalanması gereken bir şey midir sorularına yanıt ise kişiden kişiye göre değişkenlik gösterir. Benim için hayatın anlamı sevdiklerimle birlikte aralıksız sohbet etmek iken bir diğeri için tüm gün yalnız başına oturup kendi sesini dinlemektir. Asıl anlam bu karşıtlıklarda gizlidir. Gündelik yaşamda insanlar, birbirine zıt gibi görünen yönleriyle aslında yeni anlamlar yaratır. İyiliği ortadan kaldırsak, kötülüğün ne olduğunu tanımlamamız zorlaşır. Güzellik olmadan çirkinliği düşlemek de mümkün olmaz. Kötü yazılmış bir kitabın olmadığı bir dünyada, elimizdeki tüm kitapları iyi kabul ederiz. Ancak “kötü” dediğimiz örnekler, “iyiyi” ayırt etmemizi ve değerini daha net görmemizi sağlar. Bu karşıtlıklar, anlamı derinleştiren temel unsurlardır.
Asıl sorulması gereken soru ise “hayattan gerçekten bir anlam çıkarmalı mıyız?” olmalıdır. Kanımca, kişi ne kadar anlamlı bir hayat yaşamaya çalışırsa o kadar mutsuz olur. Bunun sebebi ise sürekli anlamı düşünmesi ve ona göre hareket etmesidir. Yapılan hareketler bir anlam üzerine değil akış üzerine olmalıdır. Her hareketten bir sonuç çıkarmak ve onun faydasını ölçmeye kalkmak bir kişinin düşeceği en ölümcül tuzaktır. Oysaki anlam, hareketli değil durağan bir olgudur; katı ve serttir. Katı ve sertten asıl anlatmak istediğim değiştirilemez değil; dışarıdan bakıldığında sağlam duran, başkasının onu yıkmaya cürret edemeyeceği bir olgu olarak görülmesidir. İşte kişi anlamını bu temeller üzerine kurduğunda hayat hakkındaki düşüncelerini gerçekleştirememesi için önünde hiçbir engel yoktur. Her kafadan çıkan sese kulak verme ve ona göre hareket etme isteği modern insanın tedavi etmesi gereken hastalıklardan biridir. Fransız filozof Blaise Pascal bunun üzerine “İnsanın tüm sorunları, odasında sessizce oturamamasından kaynaklanır” der.
Sonuç olarak, insanın dinlemesi ve hayatına rehber etmesi gereken yegâne sözler, kendi akıl ve mantık süzgecinden titizlikle geçirip, derin düşünme ve sorgulama süreçlerinin sonunda benimsediği düşünceler olmalıdır. Bu yaklaşım, başkalarının fikirlerini toptan reddetmek anlamına gelmez; bilakis her düşünceyi özenle değerlendirmek, özümsemek veya gerektiğinde reddetmek, kişisel bir bilgelik inşa etmenin temelini oluşturur. Dış dünyanın gürültüsü ne kadar yoğun olursa olsun, nihai kararı verecek olan da yine iç sesimizle yaptığımız bu diyalogdur.
Hayatın anlamına gelince, bu sorunun her birimiz için tek ve değişmez bir cevabı olmadığı açıktır. Jean-Paul Sartre, özgür iradenin getirdiği sorumluluğu vurgulayarak insanın kendi anlamını yaratması gerektiğini savunur. Albert Camus ise “Sisifos Söyleni”nde hayatın anlamsızlığını kabullenmeyi, buna rağmen yaşama tutunmayı önerir. Diğer yandan, Nietzsche’nin “yaşamı kendi değerlerimizi yaratma sanatı” olarak gören anlayışı, bireysel anlamın önemini bir kez daha teyit eder. Tanpınar’ın eserlerinde gördüğümüz ‘iç saat’ metaforu da her insanın kendi dünyasını inşa ettiğini, bu inşanın zamana ve kişisel deneyimlere bağlı olduğunu hatırlatır.
Dolayısıyla “hayatın anlamı” kavramı, her bireyin kendine özgü yaşam tecrübesi, değerleri ve dünya görüşü doğrultusunda şekillenen; ortak, evrensel ve sabit bir tanımı olmayan, buna rağmen tam da bu çok yönlülüğü sayesinde derin ve zengin bir sorudur. Cevabının kesin olmaması, aslında onun en büyük gücüdür zira herkese aynı anda hitap ederken, bir yandan da her bireyin kendi yanıtını bulabilmesine olanak tanır. Bu arayış sürecinin kendisi, insanın varoluşunu anlamlandırmasında başlı başına değerli bir basamaktır.